Eko Yaşam

"Endüstriyel tarım gıda krizi risklerine çözüm değildir"

Coronavirüs salgını nedeniyle gıda krizi riski ortaya çıkınca gözler tarımsal üretime çevrildi. Gıda krizi ve açlık yaşanmadan bu sürecin hangi acil önlemlerle aşılabileceği konusu herkesin gündeminde.

26 Nisan 2020 Saat: 10:49
"Endüstriyel tarım gıda krizi risklerine çözüm değildir"
"Endüstriyel tarım gıda krizi risklerine çözüm değildir"

Adnan Cobanoğlu

Üzüm-Sen Genel Başkanı ve Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri


Coronavirüs salgını nedeniyle gıda krizi riski ortaya çıkınca gözler tarımsal üretime çevrildi. Gıda krizi ve açlık yaşanmadan bu sürecin hangi acil önlemlerle aşılabileceği konusu herkesin gündeminde. Ülkeler, kendi halklarının gıda ihtiyaçlarını kendi tarımsal üretimleriyle karşılamaya dönük tedbirler almaya, tarımsal ürün ihracatlarını kısıtlamaya, sözde salgın sonrası oluşacak yeni dönemde de gıda krizinin ortaya çıkmasını engellemeye çalışıyorlar. Ancak gıda krizini önlemek için aldıkları önlemler daha çok, ekonomik, ekolojik ve sosyal sorunlar yaratan şirketlerin gıda sistemini güçlendiren yönde oluyor. Çünkü sermaye her fırsattan yararlanmayı ve rant elde etmeyi ilke edinmiş durumda, ne yazık ki hükümetler de sermayenin baskı ve dayatmalarına uygun davranmayı kendilerine ilke ediniyor.

Dünyada tüm dikkatler coronavirüs salgınına odaklanmış ve insanların önceliği hayatta kalabilmek, sağlıklı gıdaya ulaşabilmek, sağlıklı yaşamak ve insanlığın geleceği olduğu halde gıda şirketleri bu süreçten daha da büyümüş ve güçlü çıkmaya, “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz”(1) diyen ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger’in tezini gerçekleştirmeye çalışıyor. Ne yazık ki hükümetler de uyguladıkları önlemlerle onların işini kolaylaştırdığı gibi bazı yerel yönetimler, sendikalar akademisyenler vb. de hükümetlerin bu konudaki uygulamalarını kolaylaştıracak açıklamada bulunuyorlar.

Türkiye’de de durum farklı değil. Tarım bakanlığı aldığı kararlarda, yıllardır yaptığını yapmış sertifikalı tohum kullanan çiftçilere tohum desteği verileceğini açıklamış dolayısıyla destek tohum şirketlerine desteğine dönüşmüş, hazine arazilerinin tarımsal üretime açılacağını söyleyerek fırsattan istifade, Tarım Şurası’nda alınan “ Sertifikalı tohum kullanımının yaygınlaştırılması çalışmalarına devam edilmesi” kararını hızla uygulamaya koymuştur. (2)

Hızla uygulamaya koyduğu Şura Kararı sadece bununla da sınırlı değildir; “Su ürünlerinde balık işleme sektörünün geliştirilmesi, pazarlama ve marka tescilinin desteklenmesi, ihracatın ve yerli tüketimin artırılması,”na uygun olarak, üretim tarzıyla deniz ekosistemine zarar veren balık çiftlikleri pazarlama sorunlarını çözebilmek için balık çiftliği sahibi şirketler, ulusal bazda faaliyet gösteren zincir marketler ile toptancılar işbirliği yapmış, çipura, levrek, somon gibi çiftlik balıklarının büyük marketlerde satışa sunulup tüketilmesi sağlanmış, bunun öncülüğünü de Tarım ve Orman Bakanlığı yapmıştır. (3),

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin deyimiyle: “Coronavirüs salgını nedeniyle önümüzdeki dönemde bitkisel üretimin devamlılığını ve gıdada arz güvencesini sağlamak için” aldıkları tedbirlerin içinde 21 İl’de çiftçilere sertifikalı hibe tohum desteğinin yanı sıra hazine arazilerinin tarımsal üretime açılması da vardır. Tarım Şurası kararlarının içinde de “Atıl tarım arazilerinin üretime kazandırılması için arazi bankacılığı ve birlikte üretim gibi alternatif modellerin oluşturularak yaygınlaştırılması” maddesi vardır. (4) Büyük ölçüde de bu araziler Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgeleri(5) mantığına uygun olarak, hazine toprakları şirketlere tahsis edilecektir.

Küçük çiftçiler yolculuk yasakları, yaş sınırı, sağlıklı pazar yerlerinin olmaması vb. nedenlerle ürünlerini tüketicilere sunamazken, büyük marketler lojistik firmalarıyla, depolama, paketleme tesisleriyle, internet satışlarıyla daha da büyüyerek gıda arzını ve fiyatlarını daha rahat kontrol eder hale geldiler. Küçük esnaflar, küçük çiftçiler, işçiler ve kent yoksulları coronavirüs günlerinde uygulanan politikaların bugünkü ve gelecekteki yaşamlarına olumsuz etkileyeceği konusunda kaygı duyarlarken, şirketler ise uygulanan gıda politikalarından memnuniyetlerini dile getirmişlerdir. (6)

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli 4 Aralık 2019 de Dünya Gazetesi’ ne yaptığı açıklamada; “sözleşmeli üretim yapan üretici örgütlerini destekleyecek ve çiftçimiz örgütü aracılığı ile sözleşmeli üretim yaparsa, tarımsal girdiye (tohum, gübre, ilaç vb.) para vermeden tarımsal faaliyetini yapacak ve ürününü pazarlama sorununu da olmayacaktır. Hasat zamanında girdileri faiz ödemeden mahsup edilecektir.” (7) diyerek sözleşmeli üretimi övmüştür. Benzeri bir mantıkla İstanbul, Ankara, Ordu gibi Büyük Şehir Belediyeleri de önümüzdeki dönemde kentlerinin gıda ihtiyaçlarını karşılamak ve çiftçileri desteklemek açısından çiftçilere sözleşmeli üretim yaptırılacağını duyurmuşlardır.

Peki nedir Sözleşmeli Üretim?

Sözleşme ile şirketlere bağlanan köylü/çiftçi, artık bilinen anlamda “köylü/çiftçi” değildir. İşvereni (ister yerel yönetimin şirketleri, ister AKP’nin kurup yaygınlaştırmaya çalıştığı Tarım Kredi Kooperatif Marketleri, isterse Migros,101, BİM vb. özel sermaye grupları olsun) gıda ticaretiyle uğraşanlar olan, malı ile birlikte işgücünü de kiraya veren “marabalar/ırgatlar” haline gelirler. Artık çiftçi/köylü toprağıyla birlikte kiralanabilen bir meta haline dönüşür. Bu üretim tarzında üretici giderek alıcıya daha bağımlı hale gelmiştir. Toprağını ve kendi tarımsal bilgeliğini kullanma konusundaki bütün tasarrufu şirketlere geçmiştir. Kendi toprağına ne ekeceği, hangi tohumu kullanacağı, ne tür kimyasallar ve ne tür gübre kullanacağı vb haklarını sözleşmeyle şirketlere devretmiş olmaktadır. Şirketler üreticileri kendilerine öylesine bağımlı hale getirirler ki; kullanılacak kimyasalların “zirai ilaç bayileri”nden bile satın alınmasını engelleyip kendileri kimyasal pazarlarlar.

Kısacası sözleşmeli üretim: tarımdan köylülüğün/çiftçiliğin tasfiye edilmesidir. Küresel sermayenin yaygınlaştırmak istediği de bu üretim tarzıdır. Bu üretim tarzını ister şirketler yaygınlaştırmaya çalışsın, ister devlet, isterse de yerel yönetimler, sonuç değişmez. Sözleşmeli üretim yaptırmakla, taban fiyat uygulaması yapmak, alım garantisi vermek aynı şeyler değildir (8)

Sözleşmeli üretim tarzını yerleşik sistem haline getirilmesine yardımcı olan her karar aslında, yeni bir gıda sisteminin oluşturulmasına değil, şirketlere bağımlılığın arttırılmasına ön ayak olmuş olur. Çünkü yapılan açıklamalarda yerel tohumlardan, agroekolojik üretim tarzından, yoğun enerji, su ve kimyasal kullanımının azaltılacağından bahseden yoktur. Tıpkı Tarım Bakanı gibi, tohum dağıtılacağından (bu tohumların nasıl tohumlar olduğu açıklaması yapılmadan) ilaç (!) (yani kimyasal zehir) desteği verilmesinden vb. bahsedilmektedir. Kapalı alanlara sıkıştırılarak yetiştirilen kanatlı/ büyükbaş/küçükbaş devasa hayvan çiftliklerinin, endüstriyel balık çiftliklerinin yarattığı olumsuz sonuçlardan hiç bahsedilmemekte, bu çiftliklerin olumsuz sonuçlarının nasıl bertaraf edileceği hiç tartışılmadığı gibi, çiftliklerde yetiştirilen kanatlı/ büyükbaş/küçükbaş hayvan ve balık yetiştiriciliği için gerekli olan yemin ve yem sanayiinin ihtiyaç duyduğu hammaddelerin üretiminin sadece ithalata bağımlı olarak karşılanmasının döviz kaybı vb. ekonomik sonuçlarıyla ilgilenilmektedir. Alternatif bir tarım programı önerisi getirdiği iddiasında olan bu tür anlayışlar aslında “kapitalist sistemin ihtiyacı olan tarım programını en iyi biz uygularız!” mesajları vermektedirler. Yem sanayiinin ürettiği yemlerin hayvanların sindirim bağışıklık sistemini nasıl etkilediğini, hayvanların biyolojik ve evrimsel mantığına uygun olup olmadığını vb. söz konusu bile etmemektedirler. (9)

Neoliberal Tarım Politikalarına Karşı Olmak Anti-Kapitalist Olmak değildir.

Gelinen süreçte neoliberal tarım politikaları herkes tarafından eleştiriliyor. Ancak tarım politikalarını eleştiren herkes çözüm için aynı şeyleri düşünüyor mu? Orası tartışmalı…

Örneğin AKP yanlısı sendika olan Tarım- Orman Çalışanları Birliği Sendikası (Toç Bir-Sen) yayınladığı “Koronavirüsün Türkiye Tarımına Olası Etkileri ve Çözüm Önerileri Odak Analizi”nde, kapitalist düzenin devamı için, tarım konusunda bilgili olduğu düşünülen ve sol program sunduğunu iddia eden bir çok kişiden daha kapsamlı, alternatif politikalar önermektedir.

Toç Bir-Sen söz konusu “Odak Analizi”nde; “Her ne sebeple olursa olsun ekilmeyen tüm alanlarda, ihtiyaç doğrultusunda planlanan ürünlerin ekimi yapılmalı, bu amaçla devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan boş kamu arazileri de değerlendirilmeli, mera alanlarının ıslahı hızlandırılmalı, meraların bütünlüğü korunmalı, arzında sorun olacağı düşünülen ürünler için bir an önce üretim planlaması yapılarak üretimi teşvik edilmeli, Valilikler öncülüğünde mevsimlik işçilerin insan yaşamına uygun yerlerde konaklaması ve yeterli temiz suya ulaşım imkanı sağlanmalı, göçerlerin ve gezginci arıcıların hareketlerinde her türlü kolaylık sağlanmalı, konaklama yerlerinde uygun altyapı temin edilmeli, temiz suya erişim imkanları sağlanmalı, başta büyükşehirler “Kendi Kendine Yeten Şehirler” haline getirilmeli, çiftçinin gübre, tohum, ilaç, yem, mazot, elektrik vb. girdi maliyetlerini düşürücü ya da destekleyici tarımsal üretimi artırmaya yönelik tedbirler alınmalı, çiftçilerimizin Ziraat Bankası, Tarım Kredi Kooperatifi ve diğer özel bankalara olan borçları faizsiz şekilde ertelenmeli, bütün çiftçilerimizin enerji giderleri ile sulama birliklerine yapılacak ödemeleri bir yıl faizsiz ötelenmelidir.” vb. bir çok öneriyi dile getirmiştir. (10) Neoliberal tarım politikalarının eleştirisi anlamı taşıyan bu çözüm önerileri kapitalist kalkınma için önerilmektedir ve bir anlamıyla Anti-kapitalist bir programı içermez.

Toç Bir-Sen, “Yetiştiricilerin üretimini, ürün işleyicilerin ise ham madde ihtiyacını garanti altına alan sözleşmeli üretim modeli uygulaması geliştirilmeli ve aksayan yönleri ıslah edilmelidir.” diyerek AKP’nin Tarım Şurası kararlarında yer alan “Tarımsal girdi ve finansman ihtiyacını karşılayan sözleşmeli bitkisel ve hayvansal üretim modellerinin desteklenmesi ve yaygınlaştırılması”na destek çıkmıştır. (11) ve Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli 4 Aralık 2020 de Dünya Gazetesi’ ne yaptığı açıklamada; “sözleşmeli üretim yapan üretici örgütlerini destekleyecek ve çiftçimiz örgütü aracılığı ile sözleşmeli üretim yaparsa, tarımsal girdiye (tohum, gübre, ilaç vb.) para vermeden tarımsal faaliyetini yapacak ve ürününü pazarlama sorununu da olmayacaktır. Hasat zamanında girdileri faiz ödemeden mahsup edilecektir.”(12) diyerek sözleşmeli üretimi övmüştür. Yukarıda da belirttik: Sözleşmeli üretim yaptırmakla, taban fiyat uygulaması yapmak, alım garantisi vermek aynı şeyler değildir.

Toç Bir-Sen şirketlerin genellikle hazine’ye ait arazilere veya mera alanlarına kurdukları, örtü altı üretim yaptıkları yerler olan Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgeleri Projesi’nin bir an önce bitirilmesini şu şekilde ifade etmektedir: “Bakanlığımız tarafından yürütülen “Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgeleri Projesi” kapsamında kurulan organize sanayi bölgelerinin bir an önce bitirilmelidir.” diyerek AKP’nin son dönemde tarımın şirketleşmesine hızlandırmak için ortaya koyduğu uygulamaları doğrudan destek vermiştir. Zaten “Tarıma Dayalı İhtisas Organize Sanayi Bölgesi” kurmak için Valiliklerin öncülüğünde, hemen her İl’de ticaret odaları, sanayi odaları, ticaret borsaları, Tarım ve Orman İl Müdürlükleri adeta yarışmakta, ne yazık ki “halkçı” olduğunu iddia eden ve muhalefet partisi üyesi olan bazı Belediye Başkanları da bu yatırımların ekolojik ve sosyal yıkımlarını düşünmeden yarışa dahil olmaktadırlar.(13)

“Gıda Egemenliği” kavramına yanlış yorumlar

Toç Bir-Sen yayınladığı “Odak Analizi”nde “Gıda Egemenliği”nden de bahsetmiştir:

"Salgın sonrası oluşacak yeni dönemde, gıda güvencesini sağlayan hatta tarımsal üretimde kendi kendine yeten yani “Gıda Egemenliği”ni sağlayan ülkeler süper güç devletler olarak anılacaktır, Gıda güvencesini üretime dayalı yani öz kaynakları ile karşılayan ülkeler bu zorlu süreçten daha güçlü çıkarken, ürettiğinden fazlasını tüketen ve açığı ithalat ile kapatan ülkeler ise gıda konusunda dışa bağımlı hale gelecek ve kıtlık hatta açlık gibi çok büyük problemler ile karşılaşacaktır.” Ancak görüldüğü gibi Toç Bir-Sen “Gıda Egemenliği”ni bir ülkenin gıda üretiminde kendi kendine yetmesi ve ithalat-ihracat ikileminde bakmakta hatta daha ileri giderek “süper güç devletler” içinde olma özlemiyle yani emperyal bir dille ifade etmektedir.

Ama ne yazık ki, mualif bazı akademisyen ve siyasetçiler de “Gıda Egemenliği” kavramını aynı şekilde yorumlamakta, bir ülkenin tarımda kendine yeterli olması ve ithalat-ihracat ikileminde bakarak tarımsal ürünler dış ticaretinde ihracatçı konumda olunmasını, tarımsal ürünlerin üretim girdilerinin ülke sınırları içinde üretilmesini “Gıda Egemenliği” olarak ifade etmektedirler. Son dönemdeki birçok sol gazetelerde de tarımla ilgili haber, röportaj, makale vb. yazılara baktığımızda bu yanılsamayı görürüz. Hatta “Gıda Güvenliği”, “Gıda Güvencesi” ve “Gıda Egemenliği” kavramlarının da birbirine karıştırıldığını ve sanki aynı şeylermiş gibi sunulmaya çalışıldığını da görürüz. Buna “neoliberalizmin kavramların içini boşaltmaktaki ve insanları etkilemekteki hüneri”nin başarısı mı desek acaba?

Gıda Egemenliği kavramı nasıl ortaya çıkmıştır?

Neoliberal politikalar sonucu gıda sisteminin hızla şirketlerin kontrolüne geçmesi ve küçük çiftçilerin hızla üretimden tasfiye edilmesi süreci, aynı zamanda birçok ülkede küçük çiftçilerin mücadelelerinin yükselmesine, ayaklanmalarına da beraberinde getirmiştir. Bu politikalara karşı farklı ülkelerde mücadele yürüten küçük çiftçi örgütleri, tarım işçileri, yerli halklar, küçük balıkçılar 1993’te bir araya gelip ortak mücadele örgütü olarak La Via Campesina’yı (Çiftçi Yolu) kurdular ve dünyanın en büyük küresel hareketlerinden birisi haline geldiler. Çiftçi-Sen’inde üyesi olduğu La Via Campesina (Çiftçi Yolu), Dünya genelinde 400 milyonu aşkın üyesiyle küçük çiftçilerin enternasyonal mücadele örgütü olarak , Birleşmiş Milletler Tarım Ve Gıda Örgütü (FAO) ‘nun 1996 yılında Roma’da düzenlediği Dünya Gıda Zirvesi’nde gıda politikalarının, küresel tarım ve gıda şirketleri ve piyasalar tarafından değil gıdayı üretenler ve ona ihtiyaç duyanlar tarafından belirlenmesini savunmuş ve şirketlerin gıda sistemine karşı Gıda Egemenliği kavramını ilk kez dillendirmiştir. La Via Campesina o günden bu yana da, gıda işkolunda çalışan işçi örgütleri, tüketici örgütleri, kıyı balıkçıları, yerli halklar bilim insanları vb ile birlikte Dünya’da ve Avrupa’da farklı ülkelerden yüzlerce delegenin katıldığı “Nylene Gıda Egemenliği Forumları”nı(14) düzenleyerek Gıda Egemenliği kavramının içini doldurmaya ve Dünya’da Gıda Egemenliği Hareketi mücadelesini yükseltmeye çalışmaktadır.

La Via Campesina’nın ortaya koyduğu Gıda Egemenliği nedir?

Gıda Egemenliği: kapitalizmin dayattığı gıda sistemine karşı durmak, gıdayı meta olmaktan çıkararak, piyasayla hesaplaşmaktır. Yerel tohumlara ve biyoçeşitliliğe sahip çıkmak, tohumların patentlenmesine, GDO’lu tohumlara ve ürünlere karşı mücadele etmektir. Gıda politikalarının, küresel tarım ve gıda şirketleri ve piyasalar tarafından değil gıdayı üretenler ve ona ihtiyaç duyanlar tarafından belirlenmesidir. Üreticiler ve tüketiciler arasında rekabet ve çatışma yerine iş birliğini ve dayanışmayı geliştirmektir. Tarım ve gıda politikalarının; gıdaya erişim hakkına dayanmasını, açlık ve yoksulluğun giderilmesini, temel insani ihtiyaçların karşılamasını, cinsiyetler arası eşitsizliğin kaldırılmasını savunmak ve bunun için mücadele etmektir.

Daha az su, ilaç ve enerji kullanımı gerektiren ve dünyayı soğutacak bir üretim sistemi olan küçük aile tarımına sahip çıkmaktır. Doğanın ve tüm canlıların kimyasallarla zehirlenmesine karşı çıkmak, kimyasal zehir üreten şirketlere karşı mücadele etmek, ekolojik dengeyi korumak demektir. (15) Kısacası Gıda Egemenliği aynı zamanda Ne için, kimin için, kim tarafından, nasıl bir üretim modeli? Sorularına doğru cevaplar vermektir.

La Via Campesina’yı Türkiye’de temsil eden ÇİFTÇİ-SEN coronavirüs salgınından itibaren yapmış olduğu Basın Açıklamaları’nda gündeme getirdiği taleplerde bu soruların cevaplarına ışık tutmaya çalışmıştır. ÇİFTÇİ-SEN’e göre; Şirketlerin tarımsal üretimi ve gıdayı kontrol edebilmek, karlarını artırabilmek arzusu “tarımsal üretimde birim alandan en yüksek verimi almak” için “ileri teknikler” adı altında kimyasal kullanımını tarımsal üretimin vazgeçilmezi haline getirmiştir. Bu durum toprağı, suyu, havayı kirleten ve tüm canlı yaşamını tehlikeye atan bir noktaya gelinmesine neden olmuştur. Tohumların genetik yapılarıyla oynanmış, “ot obur” olan hayvanlar hayvan kemiğinden yapılma un ve kan karışımından oluşan “fenni yemler”le beslenerek “et obur” haline getirilmiştir. Bu nedenle bağışıklık sistemleri zayıflamış, örneğin deli dana hastalığı gibi hastalıkların bu yemlerle beslenen hayvanlarda ortaya çıkarak insanlara geçtiği kanıtlanmıştır. Virüs salgınları durdurulmak, yenilerinin ortaya çıkması azaltılmak isteniyorsa, endüstriyel gıda üretimi başta olmak üzere, enerji politikalarının, kalkınma politikalarının, sanayileşme politikalarının kökten değiştirilmesi gerekir. Bizler yaşadığımız koşulları bile fırsata çevirip daha çok kazanma hırsı içinde olan tarım şirketlerinin, ilaç şirketlerinin ve benzer küresel şirketlerin gerçek yüzlerini ortaya çıkarmalıyız. Bunun için de kır ve kent arasında dayanışma ve sınıf ittifakları kurarak mücadele etmeliyiz.

Sağlıklı bir gıda ve tarımsal üretim için temiz toprak, hava ve suya ihtiyaç vardır, Suyu, toprağı, havayı kimyasallarla zehirleyen endüstriyel tarım uygulamalarından, enerji yatırımlarından, tarım arazilerinin amaç dışı kullanımından vazgeçilmelidir. Suyun, toprağın kısacası doğanın metalaştırılmasının önüne geçilmelidir.

Toprağı, havayı ve suyu kirleten elektrik santralleri vb. yatırımlar derhal durdurulmalı ekolojik tahribat engellenmeli, biyoçeşitliliği koruyacak tedbirler alınmalıdır.

Yerel yönetimler ve merkezi iktidar gıdanın metalaşmasının önüne geçmek için gıda egemenliğinin inşa edilmesinde katkıda bulunmalı, küçük çiftçilerin topraklarında kendi yerel tohumlarıyla, ekolojik köylü tarımıyla üretmelerini teşvik etmeli ve özel olarak daha fazla desteklemelidir.

Gelecekte açlığın ve virüs salgınlarının önüne geçmek için şirketlerin tohumu patentleyerek ele geçirme ve genleriyle oynama çabalarının önüne geçilmeli, yerel tohumları ve yerel hayvan ırklarını koruyan geliştiren politikalar uygulanmalıdır.

2018 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen “Köylüler ve Kırsalda Çalışan Diğer İnsanların Hakları” Deklarasyonu’nu bütün ülkeler “ama”sız, “fakat”sız uygulamalıdır. (16) vb. vurgular yaparak Coronavirüs sonrası Dünya ve Türkiye tarımına ilişkin “Bir ülkenin gıda üretiminde kendi kendine yetmesi, tarım ürünleri ithalatını az yapıp, ihracatını çok yapması” önerilerinin ve tartışmalarının ötesinde bir gıda sistemi kurulması gerekliliğini göstermeye çalışmıştır. Gıda Egemenliği tarım da büyümeye dayanan “üretim endeksli” kalkınma modelini hedeflemez,

Bir ülkenin gıda üretiminde kendi kendine yetmesi, tarım ürünleri ithalatını az yapıp, ihracatını çok yapması olsa olsa “gıda da ulusal egemenlik” kavramıyla açıklanabilir. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kırsal kalkınma programları, tarımsal üretime verilen destekler bu bakış açısıyla yürütülmüştür. Ve tarımsal üretim kapitalist kalkınmaya yardımcı olmak üzere kurgulanmıştır.

Bu nedenle neoliberal tarım politikalarına alternatif politikaları geçmişe öykünerek önermek çözüm değildir. Aksine o politikaların sömürüyü engellemesi bir yana; küçük çiftçilerin artık bilinen anlamda “köylü/çiftçi” olmaktan çıkartılmasına, toprağıyla birlikte kiralanabilen bir meta haline dönüşmesine, işvereni (ister yerel yönetimin şirketleri, ister AKP’nin kurup yaygınlaştırmaya çalıştığı Tarım Kredi Kooperatif Marketleri, isterse Migros,101, BİM vb. özel sermaye grupları olsun) gıda ticaretiyle uğraşanlar olan, malı ile birlikte işgücünü kiraya veren “marabalar/ırgatlar” haline gelmesine uygun bir düşünsel zemin hazırlanmasına da yardımcı olunmuş olunur.

Türkiye’de ve Dünya’da hakim olan şirketlerin gıda sisteminde, parası ve imkânı olanlar her zaman her türlü gıdaya erişebilmektedirler. Erişemeyenler ise yoksullar, parası olmayanlardır. Bu dün de böyleydi, bugün de böyle. Yarın böyle olmaması için; ister kendi kendine yeten bir ülke olunsun, ister olunmasın, parası olanla olmayan arasındaki eşitsizliği gidermenin, herkesin sağlıklı, besin değeri yüksek gıdalara erişebilmesinin yolu, mevcut gıda sisteminin, şirketlerin gıda sisteminin karşısında halkın gıda sistemi olan Gıda Egemenliği’ni kurmaktan geçer.

O nedenle; Gıda Egemenliği Hemen Şimdi!
DİPNOTLAR

1) 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Tarım Konferansı’nda ABD Tarım Bakanı Earl Lauer Butz söyle demiştir. “Gıda pazarlık masasındaki en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmaların, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek, bana kalırsa mükemmel bir yöntemdir.” ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger’da 1970 yılların başında “petrolü kontrol ederseniz ülkeleri, gıdayı kontrol ederseniz insanları yönetirsiniz” diyerek kapitalist tarım politikalarının şekilleneceği biçimi ortaya koymuştur.

2) Bknz: Tarım Şurası Sonuç Bildirgesi’nde Akıllı Tarım Vurgusu. https://www.tarim.com.tr

3) Bknz: https://www.aa.com.tr 3Nisan 2020

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Eko Yaşam Gazetesi Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız